Güneş bembeyaz bir sıcaklıkla yakıp kavuruyordu uçsuz
bucaksız bozkırın orta yerinde…
Eski bir kırmızı otobüs durdu uçsuz bucaksız bozkırın orta
yerinde…
Uçsuz bucaksız bozkırın orta yerinde duran otobüsün kapısı
açıldı…
Otobüsün motoru hırıltıyla çalışıyordu…
Açılan kapıdan ince topuklu kırmızı bir ayakkabı bozkıra
bastı. İkinci ayakkabı da birincinin yanına indi. Küçük rengi solmuş bir valiz ve
askılı kırmızı bir çanta yere kondu.
Kırmızı topuklu ayakkabıların üstünde bir çift bacak
dizlerin tam hizasındaki kırmızı eteğe kadar uzanıyordu.
Otobüsün kapısı kapandı. Bir iki saniye sonra motorundan
çıkan hırıltılarla yoluna devam etti.
Vücut hatlarını ortaya çıkartan kırmızı eteğin üstünde gene
vücudunu sımsıkı saran saten beyaz bluzun üstündeki kırmızı ceketin kolları
kalktı.
Ceketin içindeki kollar saçlarını ustaca ve çabucak toplayıp
elindeki eşarpla sararken tozu dumana katarak uzaklaşan otobüsün arkasından
baktı.
Sol elini beline koyup yüzünün büyük bir bölümünü örten
siyah güneş gözlüğüne rağmen sağ elini gözlerinin üstüne siper edip etrafa
baktı.
Bir adım attı ve sendeledi. Kırmızı ayakkabının ince
topukları bozkırda sendeletmişti. Düşecek gibi oldu. Durdu…
Biraz düşündü… Sonra vücudunu saran sıkı kıyafet yüzünden
zorla ama zarif bir şekilde eğilip ayakkabılarını birer birer çıkarttı.
Ayaklarını tek tek yere bastı.
Yerlerin sıcak olduğu yüzünün gerilmesinden anlaşılıyordu…
Kırmızı ayakkabıları sol eline aldı. Sağ eliyle gözlüğü
çıkartıp etrafa bakındı.
Gözlerini kırpıştırdı. Sağ elini gözlüğü bırakmadan siper
etti gene gözlerinin üstüne.
Güneşe bakmaya çalıştı.
Çok beyazdı ışık, yoğun ve çok beyaz.
Her şey ve her yer bembeyaz gibi geldi sarı sıcak bozkırda…
Gözlüğünü taktı.
Eğildi, dizlerini kırarak çömeldi. Gözlerini kapattı. Elini
uzatıp yerden bir avuç kum aldı.
Bir müddet elindeki kumu hissetmeye çalışır gibi tuttu avucunun içinde.
Kumun ne işi vardı bozkırda?
Yüzünü buruşturdu.
Parmaklarını araladı yavaşça. Kum tane tane dökülmeye
başladı parmaklarının arasından.
Gözleri kapalı bu anı hissetmek istercesine içini çekti ve
hızla parmaklarını kapatıp kumları tuttu ve kendi kendine kıkırdadı.
Gözleri hala kapalıydı…
Gözlerini açtı.
Kumu yere atıp ayakkabıları yere bıraktı, ayağa kalktı,
gözlüğünü çıkartıp sağ eline aldı ve aynı elini gene siper etti gözlerine, ışığa
baktı, uçsuz bucaksız uzayıp giden bozkıra baktı.
Gözlerini kapatıp uzun uzun nefes alır gibi iç çekti.
Uzaktan dörtnala gelen bir atın sesini duydu. Atın
kişnemesiyle gözlerini açtı. Kahverengi
bir at, dörtnala geliyordu karşıdan. Üzerinde bir adam vardı. Şaşırdı. Bu nasıl
at binmek diye düşündü. Atın üstünde eğer yoktu. Adam atın sırtına yapışmış
gibi uzanmış, sol eliyle atın yelesini tutarken sağ kolu ile de boynunu
kavramıştı… Yanlış mı gördüm diye baktı yeniden.
Gözlerini kapattı. İçinden saymaya başladı… “Biiir… ikiiii…”
Gözlerini açtı.
Kahverengi at dörtnala geliyordu karşıdan, adam yoktu
üzerinde.
Şaşırdı. Başını sallayıp gözlerini kırpıştırdı.
At iyice yaklaştı ve yanından dörtnala geçip giderken tozu
toprağa karıştırdı.
Eliyle suratına gelen kumu silkelemeye çalıştı, gözlerini
temizleyip gözlüğünü taktı ve atın peşinden baktı.
At dörtnala uzaklaşıp gitti uçsuz bucaksız bozkırda.
Uzun bir nefes aldı.
Eğildi ve yerdeki kırmızı ayakkabıları giydi, askılı kırmızı
çantasını sağ omzuna takıp üstünü başını düzeltti, eteğini çekiştirdi. Rengi
solmuş küçük valizi de eline alıp derin bir nefes aldı ve uçsuz bucaksız
bozkırda otobüsün gittiği, atın geldiği yöne doğru yavaş yavaş yürümeye başladı.
Sıcak ve arada sırada kupkuru esen ve kavuran rüzgâr yüzünü
yalamaya başladı.
Bembeyazdı sıcak.
Zorlanarak da olsa yürümeye devam etti. İnce topuklu
ayakkabılar yürüyüşünü yavaşlatmaya ve hatta zorlamaya başladı.
Sendeledi.
Rengi solmuş küçük valizi yere bıraktı, gözlüğünü çıkarttı, derin
bir nefes alıp gözlerini kapattı.
Gözlerini açtı.
Küçük bir çocuk duruyordu karşısında. Üstünde atlet ve don,
ayakları çıplak. Kollarını dirseklerinden yukarı doğru kıvırmış ve yumruklarını
sıkmış, dişlerini kenetlemiş, yüzünü germiş, sanki bembeyaz güneş ışığı
yüzünden gözlerini sıkıca kapatmış.
Çocuğa bakakaldı.
Çocuğun yüzündeki gerginlik kocaman bir gülümsemeye dönüştü
ve aniden gözlerini açtı.
Göz göze geldiler. Çocuğun kocaman simsiyah gözlerinin içi
gülüyordu. Çocuğun gülümsemesi gittikçe daha da yayılıyordu yüzünde.
Çocuk hızla arkasını dönüp otobüsün gittiği, atın geldiği
yöne doğru minik adımlarla koşmaya başladı.
Başını ellerinin arasına aldı, yere eğdi başını. Kırmızı
ayakkabılarını gördü ayağında. Gözlerini kapattı. Dudaklarının arasından çıkan “biir” sesini duyup saymaktan vazgeçti ve
gözlerini açtı.
Çocuk yoktu. Çocuğu görmeye çalışır gibi bakındı etrafına…
Ceketini çıkarttı. Vücudunu saran askılı saten bluzu eteğin
bel kısmına doğru döküldü serbest kalmanın mutlu zarifliği ve neşesiyle. Ceketi
elinde tutup ayakkabılarını attı ayağından. Eğilip sol eli ile kırmızı
ayakkabılarını aldı yerden. Sol koluna kırmızı ceketini, sağ omzuna da askılı
kırmızı çantasını astı, yerdeki rengi solmuş küçük valizi de sağ eline aldı.
Güneşin bembeyaz sıcaklıkla yakıp kavurduğu uçsuz bucaksız
bozkırın ortasında yürümeye başladı…
Otobüsün gittiği, atın dörtnala geldiği, küçük çocuğun
koşarak uzaklaştığı yöne doğru…