Çok sürmüyor
göçerlerin sürülerini takip ede ede ulaşmak Cizre’ye. Doğanın büyüleyici
güzelliğinden birden bire bir şehir atmosferine girmek, hele hele güneşin
altında kavrulan Cizre’de biraz sıksa da canımı, beni ilk karşılayan şey şehir
meydanlarından birindeki Mêm û Zîn heykeli. Gülümsüyorum. En sevdiğim destan... Sonra bahsedeceğim...
Şehri gezerken her
yerde Mêm û Zîn duvar resimleri ve hatta graffitiler karşılayacak sizi.
Bu bölümde biraz Cizre'nin coğrafi konumundan, biraz tarihinden, biraz da tarihteki yerinden ve öneminden bahsedeyim istiyorum.
Cizre, adını
kuruluş yerinden alan şehirlere güzel bir örnektir.
Cizre, Dicle
ırmağının batı kıyısında deniz seviyesinden 400m kadar yüksekte kurulmuştur.
Günümüzde Cizre’nin bulunduğu yörede eskiden Bâzabdâ Kalesi adı verilen bir
kale bulunurmuş ve bu kalenin yakınında da Dicle Nehri üzerinde bir geçit yeri
varmış. Şehrin kuzeyinde bulunan ve Sâsâniler döneminden kaldığı sanılan
köprünün kalıntıları eski yerleşme yerinin bu köprüye yakın olduğunu
göstermektedir.
Anadolu’yu Kuzey
Mezopotamya’ya bağlayan ve Büyük İskender’in de Dicle’yi aşarken kullandığı bu
önemli geçiş noktasını kontrol eden ve Ortaçağ Arap coğrafyacılarının sık sık
sözünü ettiği Bâzabdâ Kalesi ve çevresi Hz. Ömer zamanında İyâz bin Ganm
tarafından fethedildi.
Bu döneme kadar yalnızca bir geçit yeri ve
geçidi kontrol eden kale olarak önem taşıyan Cizre yöresi, İslam topraklarına
katıldıktan sonra büyük imar faaliyetine sahne oldu ve bugünkü şehrin
bulunduğu, yani İlkçağ’dan kalan surların kuşattığı yerde “Cezîre” adı verilen
şehrin temelleri adeta yeniden atıldı.
Şehre bu adın verilmesi, Dicle’nin eski bir
büklümü içine kurulmuş bulunmasından dolayı sularla kuşatılmış durumda
olmasından ileri gelmektedir.
Akarsu vadilerini kendilerine yerleşme yeri
olarak seçen bazı şehirler, ırmağın yay şekilli büklümü içinde yer almışlardır.
Bern, Verona, New Orleans vs gibi. Türkiye’de bu tarz şehirlere iki örnek
vardır: Edirne ve Cizre.
Eski
kaynaklar şehrin kurulduğu yerin suni bir kanal vasıtasıyla Dicle ırmağının
eski bir büklümünün kesilip ada (cezire) durumuna getirildiğini ileri sürerse
de, 1991’de yapılan araştırmalar, şehrin doğusundan geçen nehrin suni bir mecra
olmadığını, nehrin büklümünün (menderes) akarsu tarafından aşındırılıp
kesilmesi gibi fizikî coğrafyada çok sık rastlanan tabii bir olayın sonucunda
meydana gelmiş “kopmuş menderes”lere ait tipik bir örneğe burada rastlanmıştır.
Bu olay nehirlerde görülür ve çok yavaş cereyan eder, belki de insanlar bunu
hızlandırmak amaçlı kazma kürekle müdahale etmişlerdir. Ortaçağ
coğrafyacılarının bu müdahalelere bizzat şahit olmuş olmaları da mümkündür ve o
yüzden bunu yazmış olabilirler.
Bu konumundan dolayı bir süre Cezîre adıyla
anılan şehir, daha sonra “Cezîre-i İbn Ömer” adıyla anılmaya başlanmıştır. Bazı
kaynaklara göre Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz, bazı kaynaklara göre de şehri
bina eden Hasan b. Ömer b. Hattâb’dan gelmektedir.
10. yy şehrin en parlak olduğu asırdır.
Mukaddesî bu devre ait tasvirler yapar, iyi inşa edilmiş şehrin nüfusunun
kalabalık olduğunu, çevresinin verimli topraklarla kuşatılmış bulunduğunu,
Dicle üzerinde işleyen taşıtlarla Musul’a bal, tereyağı, ceviz, badem,
şamfıstığı gibi ürünlerin gönderildiğini söyler. Bu da Cizre’nin 10. yy’da
önemli ve faal bir nehir limanı olduğunu ortaya koyar.
Cizre, Emevi Devleti yıkılınca Abbasîlerin
hükmüne girer. Dışta Abbasiler’e bağlı bir beylik olan Mervanoğulları Beyliği
990/991 yılında Cizre’ye hakim olunca, Cizre Mervanoğulları’nın önemli bir
kalesi oldu.
1041/42’de Oğuzlar Cizre’ye bir karşı akın
teşebbüsünde bulundular.
1057 yılında Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul
Bey, Cizre’ye hücum ederek aldıysa da, Mervânlı hükümdarı Ahmet b. Mervân
itaatini bildirerek Cizre’nin kendi elinde kalmasını sağlamıştır.
1085 yılında Meyyâfârikin ve Diyarbekir
şehirlerinin Selçuklular’ın eline geçmesinden sonra, Fahrüddevle İbn Cübeyr’in
gönderdiği bir ordu Cezire-i İbn Ömer’i de zaptetti. Kolayca fethedilen şehir
Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na tabî ve merkezi Meyyâfârikin olan eyaletin
sınırları içinde kaldı.
Artuklular’ın bazen Mardin, bazen de
Hısnıkeyfâ koluna bağlı kalan Cizre bu dönemde önemli kültür merkezlerinden
biriydi. Zamanın büyük fen âlimlerinden olan Eb’ül-İz, Artuklular döneminde
Cizre’de yetişmiş ilim adamlarından biriydi.
Artuklular’ın egemenliği sırasında Cizre
bir ara Zengîler’in hakimiyeti altına girdi. Araştırmalara bakılacak olursa
Türk atabeglerden Nûrettin Zengî zamanında şehirde dört medrese varmış ve bu da
şehrin önemli bir kültür merkezi olmaya bu dönemde de devam ettiğini gösterir.
Cizre kültür ve ilim merkezi olmasının yanı
sıra stratejik mevki olarak da askeri hareketlerde rol oynuyordu. Büyük
Selçuklu ordusunun Haçlılar’a karşı yaptığı ilk seferin (1109) hazırlıkları
yapılırken, Musul Emiri Mevdûd ile Sökmen bir araya gelerek ordugâhlarını
Cizre’de kurmuşlardır.
1183 yılında Selâhaddin-i Eyyûbî’nin
el-Cezîre seferi sonunda Cizre, Eyyûbî hakimiyetine girmiştir. Kaynaklara göre,
Eyyûbîler döneminde şehirde dört medrese vardır ve Selâhaddin döneminde de
sultan adına para basılmıştır.
Cizre
bir süre Eyyûbîlerin elinde kaldı. 1242 yılında Mardin Artuklu hükümdarı I.
Necmeddin Gazi tarafından geri alındı.
Cizre
gerçi el değiştirip duruyordu ama 1200’den itibaren “Cizre Beyleri” adı verilen
mahallî idareciler yönetiyordu Cizre’yi. Bunlar Cizre’den geçen çok önemli bir
ticaret yolunun güvenliğini sağlamak ve vergi vermek şartı ile Selçuklular’a,
Eyyûbîler’e bağlı kalarak yöredeki hakimiyetlerini sürdürdüler.
Bu
düzen 1401 yılında Timur’un yöreye gelişine kadar devam etti.
Cizre
Beyi I. İzzeddin, Timur’a bağlılığını bildirdi ama Cizre’nin Timur tarafından
işgalini engelleyemedi.
Timur’un
Ortadoğu’ya yönelen istilâsı sırasında önünden kaçarak gelen Karakoyunlular ve
Timur’un Anadolu’dan çekilip giderken yöreye yerleşen Akkoyunlular da bir sure
Cizre’ye sahip oldular. Bazı kaynaklara gore Akkoyunlu Uzun Hasan 1479’da ele
geçirdiği Cİzre’de tahribat yapmıştır.
Emir
II. Şeref 1508’de Cizre’yi Akkoyunlular’dan aldı ve Cizre Beyliği’ni yeniden
kurdu. Kırmızı Medrese (medreset-ül hamrâ) ve çevresindeki külliyeyi de şehre
sahip olması şerefine inşa ettirdi.
Emir
II. Şeref zamanında bu tür imar hareketleri hızlandı ve İslam aleminin ün
yapmış alimlerinden Şeyh Ahmed el-Cezerî de burada yetişti ve eserlerini burada
kaleme aldı.
II.
Şeref’ten sonra Emir Ali Bey Cizre beyi oldu ve bu dönemde Şah İsmail Cizre’yi
Safevî idaresi altına aldı. Fakat Emir Ali Bey yeniden Cizre’ye sahip oldu.
Bugün Mirali (Alibey) Mahallesi’nin adı da ondan gelmektedir.
Yavuz
Sultan Selim İdris-i Bitlisî’nin yardımıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun büyük
bir kısmını ele geçirdi. O sırada Cizre’nin başında bulunan Ali Bey de Yavuz
Sultan Selim’e bağlılığını bildirdi.
Cizre
Osmanlı idarî teşkilâtında Diyarbekir eyaleti içinde yer alıyordu ve özel bir
yeri vardı. Osmanlı döneminde Cizre’de beyler hakimiyetlerini sürdürdüler ama
Osmanlı tam bir otoriteye sahipti. Cizre Beyleri kendi yaptıkları atamaları
İstanbul’a bildirip onaylatmak zorundaydılar. Cizre beylerinin arasındaki
çekişmeler Cizre’ye zarar vermeye başlayınca, Osmanlı padişahı IV. Murad,
onuncu Cizre Bey’i IV. Mehmet’i emirlikten uzaklaştırdı ve Cizre beyliğine son
verdi. Osmanlı 19. yy’ın ilk yarısına kadar yörede kesin hakimiyet sahibiydi.
1830
yılında Bedirhan Bey (Cizre’de hüküm süren aileden gelir kendisi) yöreyi yeniden
denetimi altına aldı. 1846’da çevredeki dağınık aşiretleri toplayıp Osmanlı’ya
karşı ayaklanınca yakalanıp ailesiyle birlikte İstanbul’a gönderildi.
II.
Abdülhamid devrinde (1876-1909) kurulan ve padişahın ismini taşıyan “Hamidiye
Alayları” Cizre’de idareyi ellerinde tutuyorlardı. Cizre’deki önemli mimari
eserlerden olan Hamidiye Kışlası da bu dönemde Hamidiye alaylarının başına
padişah tarafından tayin edilen Mustafa Paşa tarafından inşa ettirilmiştir.
Cizre,
Osmanlı döneminde Musul üzerinde gelip,
Mardin’de iki kola ayrılarak, biri Diyarbakır üzerinden Karadeniz kıyılarına,
diğeri de Urfa üzerinden Halep’e ulaşan ticaret yollarını kullanan kervanlar
için bir konaklama yeri durumundaydı. Cizre’den geçen bu yol çok önemliydi ve
şehre müthiş bir gelir sağlamaktaydı. Bu ulaşım ekseni üzerinde olmasının yanı
sıra, aynı zamanda da Dicle üzerinde Diyarbakır ve Musul arasında keleklerle
nakliyat yapanlar için de bir konaklama yeriydi. Cizre ihtiyaç fazlası tahıl,
sebze ve meyvesini keleklerle Musul’a gönderirdi. Bu özellik 20. yy’a kadar
sürmüş, Musul ve çevresinin Türkiye sınırları dışında kalmasıyla da Cizre bu
fonksiyonunu yitirmiştir.
19.
yy’ın sonlarında şehirde 5 cami, çok sayıda mescid, 15 türbe, 5 han, 8 hamam,
100 dükkân, o tarihlerde hemen hemen boş vaziyette kubbeli bir çarşı, kışla ve
askeri hastane olduğunu yazar Cizre’den bahseden yazarlar.
20.
yy’ın başlarında şehirdeki evler, surların kapladığı alanın ancak bir
kısmındaydı.
Günümüzdeyse
Cizre, Dicle’nin eski büklümünün içinde kalan ve surların kuşattığı eski
nüvesinden dışarı taşarak kuzeye, kuzeydoğuya ve kuzeybatıya doğru gelişmiştir.
1970’den
sonra nüfusta hızlı artışlar gözlemlenmiştir.
Cizre’nin
nüfusu kış aylarında artar, çünkü yazları Hakkâri ve Muş yaylalarında geçiren
göçer aşiretler, Cizre’de kışlar.
Habur
Kapısı’da nüfus artışında rol oynamıştır. Özellikle Hac için karayolundaki
sınır kapısı olması nedeniyle, giriş çıkışlarda Cizre, alışveriş ve döviz
işlemlerinin merkezi durumunda olmuştur ve bu da ticaret açısından epey bir
canlılık kazandırır.
Cizre
çevresindeki linyit yataklarından kömür taşıyan kamyonlar da sonbahar aylarında
Cizre ticaretine başka bir canlılık katar.
Bu bölümdeki bilgileri Prof. Dr. Metin Tuncel'in "Hz. Nuh'tan günümüze Cizre" sempozyumundaki bildirisinden aldım.
Bir sonraki bölümde sizleri Cizre'de gezdirmeye başlamadan Nuh Tufanı'ndan, Cudi ve Gabar Dağları'ndan bahsetmek istiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder