Cumartesi, Mayıs 24, 2014

Şırnak - Siirt Yol Notları - 3

Çok sürmüyor göçerlerin sürülerini takip ede ede ulaşmak Cizre’ye. Doğanın büyüleyici güzelliğinden birden bire bir şehir atmosferine girmek, hele hele güneşin altında kavrulan Cizre’de biraz sıksa da canımı, beni ilk karşılayan şey şehir meydanlarından birindeki Mêm û Zîn heykeli. Gülümsüyorum. En sevdiğim destan... Sonra bahsedeceğim...


Şehri gezerken her yerde Mêm û Zîn duvar resimleri ve hatta graffitiler karşılayacak sizi.




Bu bölümde biraz Cizre'nin coğrafi konumundan, biraz tarihinden, biraz da tarihteki yerinden ve öneminden bahsedeyim istiyorum.

Cizre, adını kuruluş yerinden alan şehirlere güzel bir örnektir.

Cizre, Dicle ırmağının batı kıyısında deniz seviyesinden 400m kadar yüksekte kurulmuştur. Günümüzde Cizre’nin bulunduğu yörede eskiden Bâzabdâ Kalesi adı verilen bir kale bulunurmuş ve bu kalenin yakınında da Dicle Nehri üzerinde bir geçit yeri varmış. Şehrin kuzeyinde bulunan ve Sâsâniler döneminden kaldığı sanılan köprünün kalıntıları eski yerleşme yerinin bu köprüye yakın olduğunu göstermektedir.

Anadolu’yu Kuzey Mezopotamya’ya bağlayan ve Büyük İskender’in de Dicle’yi aşarken kullandığı bu önemli geçiş noktasını kontrol eden ve Ortaçağ Arap coğrafyacılarının sık sık sözünü ettiği Bâzabdâ Kalesi ve çevresi Hz. Ömer zamanında İyâz bin Ganm tarafından fethedildi.

Bu döneme kadar yalnızca bir geçit yeri ve geçidi kontrol eden kale olarak önem taşıyan Cizre yöresi, İslam topraklarına katıldıktan sonra büyük imar faaliyetine sahne oldu ve bugünkü şehrin bulunduğu, yani İlkçağ’dan kalan surların kuşattığı yerde “Cezîre” adı verilen şehrin temelleri adeta yeniden atıldı.

Şehre bu adın verilmesi, Dicle’nin eski bir büklümü içine kurulmuş bulunmasından dolayı sularla kuşatılmış durumda olmasından ileri gelmektedir.

Akarsu vadilerini kendilerine yerleşme yeri olarak seçen bazı şehirler, ırmağın yay şekilli büklümü içinde yer almışlardır. Bern, Verona, New Orleans vs gibi. Türkiye’de bu tarz şehirlere iki örnek vardır: Edirne ve Cizre.

Eski kaynaklar şehrin kurulduğu yerin suni bir kanal vasıtasıyla Dicle ırmağının eski bir büklümünün kesilip ada (cezire) durumuna getirildiğini ileri sürerse de, 1991’de yapılan araştırmalar, şehrin doğusundan geçen nehrin suni bir mecra olmadığını, nehrin büklümünün (menderes) akarsu tarafından aşındırılıp kesilmesi gibi fizikî coğrafyada çok sık rastlanan tabii bir olayın sonucunda meydana gelmiş “kopmuş menderes”lere ait tipik bir örneğe burada rastlanmıştır. Bu olay nehirlerde görülür ve çok yavaş cereyan eder, belki de insanlar bunu hızlandırmak amaçlı kazma kürekle müdahale etmişlerdir. Ortaçağ coğrafyacılarının bu müdahalelere bizzat şahit olmuş olmaları da mümkündür ve o yüzden bunu yazmış olabilirler.

Bu konumundan dolayı bir süre Cezîre adıyla anılan şehir, daha sonra “Cezîre-i İbn Ömer” adıyla anılmaya başlanmıştır. Bazı kaynaklara göre Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz, bazı kaynaklara göre de şehri bina eden Hasan b. Ömer b. Hattâb’dan gelmektedir.

10. yy şehrin en parlak olduğu asırdır. Mukaddesî bu devre ait tasvirler yapar, iyi inşa edilmiş şehrin nüfusunun kalabalık olduğunu, çevresinin verimli topraklarla kuşatılmış bulunduğunu, Dicle üzerinde işleyen taşıtlarla Musul’a bal, tereyağı, ceviz, badem, şamfıstığı gibi ürünlerin gönderildiğini söyler. Bu da Cizre’nin 10. yy’da önemli ve faal bir nehir limanı olduğunu ortaya koyar.

Cizre, Emevi Devleti yıkılınca Abbasîlerin hükmüne girer. Dışta Abbasiler’e bağlı bir beylik olan Mervanoğulları Beyliği 990/991 yılında Cizre’ye hakim olunca, Cizre Mervanoğulları’nın önemli bir kalesi oldu.

1041/42’de Oğuzlar Cizre’ye bir karşı akın teşebbüsünde bulundular.

1057 yılında Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Cizre’ye hücum ederek aldıysa da, Mervânlı hükümdarı Ahmet b. Mervân itaatini bildirerek Cizre’nin kendi elinde kalmasını sağlamıştır.

1085 yılında Meyyâfârikin ve Diyarbekir şehirlerinin Selçuklular’ın eline geçmesinden sonra, Fahrüddevle İbn Cübeyr’in gönderdiği bir ordu Cezire-i İbn Ömer’i de zaptetti. Kolayca fethedilen şehir Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na tabî ve merkezi Meyyâfârikin olan eyaletin sınırları içinde kaldı.

Artuklular’ın bazen Mardin, bazen de Hısnıkeyfâ koluna bağlı kalan Cizre bu dönemde önemli kültür merkezlerinden biriydi. Zamanın büyük fen âlimlerinden olan Eb’ül-İz, Artuklular döneminde Cizre’de yetişmiş ilim adamlarından biriydi.

Artuklular’ın egemenliği sırasında Cizre bir ara Zengîler’in hakimiyeti altına girdi. Araştırmalara bakılacak olursa Türk atabeglerden Nûrettin Zengî zamanında şehirde dört medrese varmış ve bu da şehrin önemli bir kültür merkezi olmaya bu dönemde de devam ettiğini gösterir.

Cizre kültür ve ilim merkezi olmasının yanı sıra stratejik mevki olarak da askeri hareketlerde rol oynuyordu. Büyük Selçuklu ordusunun Haçlılar’a karşı yaptığı ilk seferin (1109) hazırlıkları yapılırken, Musul Emiri Mevdûd ile Sökmen bir araya gelerek ordugâhlarını Cizre’de kurmuşlardır.

1183 yılında Selâhaddin-i Eyyûbî’nin el-Cezîre seferi sonunda Cizre, Eyyûbî hakimiyetine girmiştir. Kaynaklara göre, Eyyûbîler döneminde şehirde dört medrese vardır ve Selâhaddin döneminde de sultan adına para basılmıştır.

Cizre bir süre Eyyûbîlerin elinde kaldı. 1242 yılında Mardin Artuklu hükümdarı I. Necmeddin Gazi tarafından geri alındı.

Cizre gerçi el değiştirip duruyordu ama 1200’den itibaren “Cizre Beyleri” adı verilen mahallî idareciler yönetiyordu Cizre’yi. Bunlar Cizre’den geçen çok önemli bir ticaret yolunun güvenliğini sağlamak ve vergi vermek şartı ile Selçuklular’a, Eyyûbîler’e bağlı kalarak yöredeki hakimiyetlerini sürdürdüler.

Bu düzen 1401 yılında Timur’un yöreye gelişine kadar devam etti.

Cizre Beyi I. İzzeddin, Timur’a bağlılığını bildirdi ama Cizre’nin Timur tarafından işgalini engelleyemedi.

Timur’un Ortadoğu’ya yönelen istilâsı sırasında önünden kaçarak gelen Karakoyunlular ve Timur’un Anadolu’dan çekilip giderken yöreye yerleşen Akkoyunlular da bir sure Cizre’ye sahip oldular. Bazı kaynaklara gore Akkoyunlu Uzun Hasan 1479’da ele geçirdiği Cİzre’de tahribat yapmıştır.

Emir II. Şeref 1508’de Cizre’yi Akkoyunlular’dan aldı ve Cizre Beyliği’ni yeniden kurdu. Kırmızı Medrese (medreset-ül hamrâ) ve çevresindeki külliyeyi de şehre sahip olması şerefine inşa ettirdi.

Emir II. Şeref zamanında bu tür imar hareketleri hızlandı ve İslam aleminin ün yapmış alimlerinden Şeyh Ahmed el-Cezerî de burada yetişti ve eserlerini burada kaleme aldı.

II. Şeref’ten sonra Emir Ali Bey Cizre beyi oldu ve bu dönemde Şah İsmail Cizre’yi Safevî idaresi altına aldı. Fakat Emir Ali Bey yeniden Cizre’ye sahip oldu. Bugün Mirali (Alibey) Mahallesi’nin adı da ondan gelmektedir.

Yavuz Sultan Selim İdris-i Bitlisî’nin yardımıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun büyük bir kısmını ele geçirdi. O sırada Cizre’nin başında bulunan Ali Bey de Yavuz Sultan Selim’e bağlılığını bildirdi.

Cizre Osmanlı idarî teşkilâtında Diyarbekir eyaleti içinde yer alıyordu ve özel bir yeri vardı. Osmanlı döneminde Cizre’de beyler hakimiyetlerini sürdürdüler ama Osmanlı tam bir otoriteye sahipti. Cizre Beyleri kendi yaptıkları atamaları İstanbul’a bildirip onaylatmak zorundaydılar. Cizre beylerinin arasındaki çekişmeler Cizre’ye zarar vermeye başlayınca, Osmanlı padişahı IV. Murad, onuncu Cizre Bey’i IV. Mehmet’i emirlikten uzaklaştırdı ve Cizre beyliğine son verdi. Osmanlı 19. yy’ın ilk yarısına kadar yörede kesin hakimiyet sahibiydi.

1830 yılında Bedirhan Bey (Cizre’de hüküm süren aileden gelir kendisi) yöreyi yeniden denetimi altına aldı. 1846’da çevredeki dağınık aşiretleri toplayıp Osmanlı’ya karşı ayaklanınca yakalanıp ailesiyle birlikte İstanbul’a gönderildi.

II. Abdülhamid devrinde (1876-1909) kurulan ve padişahın ismini taşıyan “Hamidiye Alayları” Cizre’de idareyi ellerinde tutuyorlardı. Cizre’deki önemli mimari eserlerden olan Hamidiye Kışlası da bu dönemde Hamidiye alaylarının başına padişah tarafından tayin edilen Mustafa Paşa tarafından inşa ettirilmiştir.



Cizre, Osmanlı döneminde Musul üzerinde  gelip, Mardin’de iki kola ayrılarak, biri Diyarbakır üzerinden Karadeniz kıyılarına, diğeri de Urfa üzerinden Halep’e ulaşan ticaret yollarını kullanan kervanlar için bir konaklama yeri durumundaydı. Cizre’den geçen bu yol çok önemliydi ve şehre müthiş bir gelir sağlamaktaydı. Bu ulaşım ekseni üzerinde olmasının yanı sıra, aynı zamanda da Dicle üzerinde Diyarbakır ve Musul arasında keleklerle nakliyat yapanlar için de bir konaklama yeriydi. Cizre ihtiyaç fazlası tahıl, sebze ve meyvesini keleklerle Musul’a gönderirdi. Bu özellik 20. yy’a kadar sürmüş, Musul ve çevresinin Türkiye sınırları dışında kalmasıyla da Cizre bu fonksiyonunu yitirmiştir.

19. yy’ın sonlarında şehirde 5 cami, çok sayıda mescid, 15 türbe, 5 han, 8 hamam, 100 dükkân, o tarihlerde hemen hemen boş vaziyette kubbeli bir çarşı, kışla ve askeri hastane olduğunu yazar Cizre’den bahseden yazarlar.

20. yy’ın başlarında şehirdeki evler, surların kapladığı alanın ancak bir kısmındaydı.

Günümüzdeyse Cizre, Dicle’nin eski büklümünün içinde kalan ve surların kuşattığı eski nüvesinden dışarı taşarak kuzeye, kuzeydoğuya ve kuzeybatıya doğru gelişmiştir.

1970’den sonra nüfusta hızlı artışlar gözlemlenmiştir.

Cizre’nin nüfusu kış aylarında artar, çünkü yazları Hakkâri ve Muş yaylalarında geçiren göçer aşiretler, Cizre’de kışlar.

Habur Kapısı’da nüfus artışında rol oynamıştır. Özellikle Hac için karayolundaki sınır kapısı olması nedeniyle, giriş çıkışlarda Cizre, alışveriş ve döviz işlemlerinin merkezi durumunda olmuştur ve bu da ticaret açısından epey bir canlılık kazandırır.


Cizre çevresindeki linyit yataklarından kömür taşıyan kamyonlar da sonbahar aylarında Cizre ticaretine başka bir canlılık katar.

Bu bölümdeki bilgileri Prof. Dr. Metin Tuncel'in "Hz. Nuh'tan günümüze Cizre" sempozyumundaki bildirisinden aldım.

Bir sonraki bölümde sizleri Cizre'de gezdirmeye başlamadan Nuh Tufanı'ndan, Cudi ve Gabar Dağları'ndan bahsetmek istiyorum.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails