Aslında bugün
Cizre içinde çok kötü ve tarihi dokuyu yıpratan bir yapılaşma mevcuttur, hemen
hemen Türkiye’nin ne yazık ki her yerinde olduğu gibi.
Her şehirde adet
olduğu gibi Cizre’de de eski yerleşim birimlerinin etrafını çeviren surlar
olduğunu biliyoruz. Çok yıpranmış ve günümüze tamamen gelememiş olan bu surlar
aslında tüm diğer şehirlerdekinden çok farklı bir özellik gösterir.
Anadolu’da neolitik
dönemden beri süre gelen bir adet vardır. Kale olarak adlandırdığımız ve
yönetici kadronun yerleştiği, dini ve idari binaların da içinde olduğu yapay ya da doğal bir
yüksek alan surlarla çevrilidir ve belirli yönlere bakan kapıları vardır.
Kale’nin alt kısmında kamu binaları ve şehir yerleşimi yer alır, bu da
surlarla çevrilidir ve bu surlar da şehir surlarıdır. Şehir surlarının da belli
yönlere bakan kapıları olur. Bu alt surların dışında da yine yerleşim yerleri, tarlalar vs bulunur.
Bu sistemi
Anadolu’da hemen hemen her yerde görürsünüz. Genelde hemen
hepsi de daire şeklindedir mümkün olduğunca.
Cizre surları ise
bambaşka bir özellik taşırlar. Tevrat’ta anlatılan Nuh’un gemisinin
özelliklerini taşıyarak yapılmışlardır ve Cizre hava fotoğraflarına
baktığınızda sur kalıntıları gayet bariz bir şekilde görünür. Güney kısımdaki
surlar geniştir ve Kuzey’e gelen Dicle kıyısındaki surlar gemi burnu şeklinde
ve sivri olarak yapılmıştır. Çok ilginç bir detaydır bu. Tabii yörenin bir
özelliği olan bazalt taş kullanılmıştır surların yapımında ama ne yazık ki,
surlar yüzyıllar boyunca oldukça hırpalanmış ve günümüze kadar iyi bir şekilde
gelememiştir. Bence bu konu ivedilikle ele alınmalı ve Cizre surları dünyada
eşi benzeri olmayan şehir surları olarak onarılıp ayağa kaldırılmalıdır. Bu
surların iki kapısı var bildiğimiz. Deşt Kapısı denen Bağdat Kapısı
ve Tor Kapısı denen Diyarbakır-Mardin Kapısı.
Cizre Kalesi pek
iyi durumda olmasa da biraz daha korunaklı halde. Şehirde illâ hem
surların hem de kalenin MÖ 4000’lerde yapıldığına dair bir söylem vardır.
Aslında şehir surları o tarihlere hatta belki de daha eskilere kadar bile
gidebilir ama günümüze ulaşan kısımlar asla o kadar eski olamaz. Zaten her
yönetim ve idare değişimiyle, o dönemin anlayışına göre, stratejik tavrına ve
teknolojisine göre elden geçirilmiştir her yerse surlar. Savaşlar görmüştür
şehirler, yıkılmış, hırpalanmış ve onarılmıştır surlar vs. Benim gördüğüm Cizre
Kalesi bugünkü hali 12. yy onarımı. Daha eski değil.
Hamidiye Alayları
Kışla Binası:
Bugünlerde
restorasyonda olan bir tarihi eser. Aslında Osmanlı tarihinin ne yazık ki pek
de hayırla anılmayacak işlerinden biridir Hamidiye Alayları ve onun kışlaları.
Sultan Abdülhamit döneminde 1892’den sonra Cizre’de kurulan Hamidiye Alayları
Komutanı Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. İki katlı ve mahzeni de olan
binayı Mustafa Paşa yönetim binası olarak kullanmış. Binanın girişi doğuya
bakıyor ve şimdilerde hummalı bir restorasyon çalışması var, gerek bu binada
gerekse kalede. Bina kalker taşla yapılmış.
Binanın hemen
yanındaki alanda kazılar yapılıyor. Benim gördüğüm kadarıyla Bizans’tan
Osmanlı’ya çeşitli katmanlar var kale içi kazılarında.
Kalenin surları da
buradan gayet iyi bir şekilde görülüyor. Kazıların yapıldığı yerde bir saray
binası olduğunu biliyoruz. Kalenin en yüksek surlarının olduğu yerde, Dicle
Nehri’ne bakan kısımda olmuş olmaları gerekir bu binaların ve kalıntıları
incelediğimde gördüğüm, bu binaların oldukça yüksek olmaları gerektiği.
Develer Hanı:
Oralara gitmeden
önce Develer Hanı tabir edilen bir yapıya giriyorsunuz. Aslında ismine
bakılınca deve kervanlarındaki hayvanların burada kaldığı düşünülebilir.
Oldukça uzun ve geniş bir yapı bu. Üzeri de beşik tonoz tavanla örtülü. Bence
bu bina farklı amaçlarla yapılmıştı. Develerden ziyade insanların, belki kervan
sahiplerinin konaklaması için düşünülmüş ve kullanılmıştı. Sarayın bu kadar
yakınında (belki de sarayın bir parçası) olan bu binanın içine girdiğimde kesin
emin oldum bu düşüncemden.
Mêm Zindanı:
Beni en çok etkileyen mekân da Mêm û Zîn destanında geçen, Mêm’in atıldığı zindan olduğu söylenen yapı. Bazalt dış yapıdan girince kalker bir iç yapı ile karşılaşıyorsunuz ve yuvarlak olan bu mekân düşündürüyor. Arkasında saray mekânının olması da. İç içe iki yuvarlak yapıdan oluşması ve günümüze kadar zindan olarak bilinmesi ve hatta öyle de kullanılması benim bu binanın Roma dönemi bir nevi tapınak olduğunu düşünmemi engellemiyor.
Beni en çok etkileyen mekân da Mêm û Zîn destanında geçen, Mêm’in atıldığı zindan olduğu söylenen yapı. Bazalt dış yapıdan girince kalker bir iç yapı ile karşılaşıyorsunuz ve yuvarlak olan bu mekân düşündürüyor. Arkasında saray mekânının olması da. İç içe iki yuvarlak yapıdan oluşması ve günümüze kadar zindan olarak bilinmesi ve hatta öyle de kullanılması benim bu binanın Roma dönemi bir nevi tapınak olduğunu düşünmemi engellemiyor.
Ah Mêm, seni
buraya mı hapsettiler? Burada mı zincirlere vurdular? İçimi garip bir hüzün
kaplıyor...
Aslanlı Kapı:
Cizre Sarayı’nın dışarıya açılan tek kapısı. Sarayburnu Kapısı da denir,
Babu’l-Mâ (Nehir Kapısı) da. Şimdilerde aslan figürlerinin üstünde olmayan bir
kemer varmış içi kapalı ve örülü olan ve Gertrude Bell bunu fotoğraflamış.
Günümüzde yıkılmış belli ki. Fotoğrafta gördüğünüz ve benim durduğum yer
orijinal değil, dolgu taban. Kapının yüksekliği 3m olmalı belgelere bakılırsa.
Kapı üstünde işaret ettiğim karşılıklı duran aslan figürleri büyük ihtimal Part
sanatı örneği. Aslan bu topraklarda en eski kültürlerden beri görülen bir figür
ve hakimiyet sembolü ve 19. yy’a kadar Anadolu’da aslan varlığını da biliyoruz.
Her kültürde yeri var.
Belek Burcu:
Cizre
Surları’nın kuzeybatı köşesinde tüm Dicle’ye hakim bir köşede dikdörtgen prizma
şeklinde ve bir sıra bazalt, bir sıra kalker taştan oluşturulmuş bir burçtur. O
kadar enteresan bir yapı ki, hem surlara bağlı hem de müstakil bir görüntüsü
var. Sanki baş kaldıran, özgürlüğünü ilân eden bir kahraman gibi göründü
gözüme. Meğerse halk için de özgürlük sembolü gibi bir şeymiş. Aklın yolu
birdir.
Aslında
düşünsenize: Nuh’un gemisi gibi sivri kısmı Dicle Nehri’ne bakıyor, kalenin
kuzey kısmında selyaran (geminin ön kısmı) şeklinde surlar, surların kuzeydoğu
bölümünün üstüne Kur’an ayetleri yazılmış olduğu söylenir ve şehre buradan
girenler tüm görkemiyle surları, Belek Burcu’nu görüyorlar ve ihtişamlı Aslanlı
Kapı’dan giriş yapıyorlar... Hayâl etmesi bile tüyler ürpertici bir güzellikte
ama bugün tüm bu tahmin ettiğim ihtişam yok olmuş neredeyse.
Dicle’nin muhteşem manzarası ve kalenin ihtişamından sonra biraz soluklanmak adına Cizre’nin çarşısında dolaştım. Severim ben Güneydoğu çarşılarını, mistik havasını, kokusunu. Her ne kadar Urfa ve Mardin Çarşıları kadar olmasa da yine de renkli Cizre Çarşısı.
Çarşı’yı dolaşırsanız
hazır yakınlarındayken özel İsmail Ebul-iz El Cezeri Müzesi’ni de gezmenizi
öneririm. Bir Cizre evi ve ufak çaplı bir etnoğrafya müzesi. İlginç eserler
var.
Benim için Cizre
demek Cizre Ulucamii demektir, El Cezeri demektir.
El Cezeri'yi Mardin / Güneş Ülkesi kitabımda detaylı şekilde anlatmıştım. Oradan alıyorum hatırlatmak adına:
EL CEZERÎ
Bedî’ el-Zamân Ebû el-‘İzz İsma’il İbn el-Razzâz el-Cezerî 13. yüzyılda yaşamıştır. Aslen Mezopotamyalı, eski deyimiyle Cezîre’li veya Cizrelidir. Hayatına ilişkin olarak kitabının girişinde söylediklerinin dışında hiçbir bilgiye sahip değiliz. Buna göre, 1181’den itibaren 25 yıl boyunca Diyarbekir Sultanı Sûkman bin Artuk’un (Yönetim Dönemi: 1200–1222) ve daha önce de babasının ve kardeşinin hizmetinde bulunmuştur.
Cezerî hava, boşluk ve denge prensiplerini kullanmak ve geliştirmek suretiyle çeşitli ibrikler, fıskiyeler, otomatlar yapmıştır. Cezerî ile otomat çalışmaları doruk noktasına ulaşmıştır.
Sûkman bin Artuk’un isteği üzerine, Makine Yapımında Yararlı Bilgiler ve Uygulamalar adlı bir yapıt kaleme almıştır.
Cezerî kitabının giriş bölümünde bu kitabı kaleme alış nedenini şöyle anlatır:
“Bir gün onun huzurundaydım ve yapmamı emrettiği şeyi getirmiştim... Ne düşündüğümü sezdi ve gizlediğimi açığa vurdu ve bana şöyle dedi. ‘Eşsiz araçlar yapmış, onları gücünle işler duruma getirmişsin. Seni yoran ve kusursuz biçimde inşa ettiğin bu şeyler kaybolup gitmesin. Benim için icat ettiğin bu araçları bir araya toplayan ve her birinden ve resimlerinden seçmeleri kapsayan bir kitap yazmanı istiyorum.’ Onun bana sunduğu modeli uyguladım ve önerilerini kabul ettim, zaten boyun eğmekten başka yapacak bir şey yoktu. Gerekli çalışmayı yapmak üzere gücümü topladım ve bu kitabı kaleme aldım.”
Sınaât el-Hiyel altı kitaptan oluşmuştur:
Kitap I–Eşit saatlerin ve güneş saatlerinin geçişlerinin belirtildiği saatlerin yapımı üzerinedir. On bölümden oluşur.
Kitap II–İçki partileri için uygun kap ve figürlerin yapımı üzerinedir. On bölümden oluşur.
Kitap III–İbriklerin, kan alma teknelerinin ve abdest alma leğenlerinin yapımı üzerinedir. On bölümden oluşur.
Kitap IV–Şekillerini değiştiren fıskiyeler ve sürekli çalan flüt için araç yapımı üzerinedir. On bölümden oluşur.
Kitap V–Derin olmayan göllerden ve ırmaklardan suyu yukarı çıkaran araçların yapımı üzerinedir. Beş bölümden oluşur.
Kitap VI–Değişik ve farklı şeylerin yapımı üzerinedir. Beş bölümden oluşur.
Ne yazık ki, Ortaçağ’da yazılı belge geleneği yoktur. Bu yüzden de pek çok konuda araştırmacılar ve bilim adamları hâlâ epey zorlanmaktadırlar. Bu dönemlerle ilgili genel ve detaylı bilgileri kilise ve monastik kayıtlardan alırız. Artuk bin Sûkman iyi ki Cezerî’ye bu yaptıklarını kitap haline getirmesini emretmiştir. Yoksa tarihin derinliklerinde kaybolup gidecekti belki de bu büyük buluşlar.
Bedî’ el-Zamân Ebû el-‘İzz İsma’il İbn el-Razzâz el-Cezerî 13. yüzyılda yaşamıştır. Aslen Mezopotamyalı, eski deyimiyle Cezîre’li veya Cizrelidir. Hayatına ilişkin olarak kitabının girişinde söylediklerinin dışında hiçbir bilgiye sahip değiliz. Buna göre, 1181’den itibaren 25 yıl boyunca Diyarbekir Sultanı Sûkman bin Artuk’un (Yönetim Dönemi: 1200–1222) ve daha önce de babasının ve kardeşinin hizmetinde bulunmuştur.
Cezerî hava, boşluk ve denge prensiplerini kullanmak ve geliştirmek suretiyle çeşitli ibrikler, fıskiyeler, otomatlar yapmıştır. Cezerî ile otomat çalışmaları doruk noktasına ulaşmıştır.
Sûkman bin Artuk’un isteği üzerine, Makine Yapımında Yararlı Bilgiler ve Uygulamalar adlı bir yapıt kaleme almıştır.
Cezerî kitabının giriş bölümünde bu kitabı kaleme alış nedenini şöyle anlatır:
“Bir gün onun huzurundaydım ve yapmamı emrettiği şeyi getirmiştim... Ne düşündüğümü sezdi ve gizlediğimi açığa vurdu ve bana şöyle dedi. ‘Eşsiz araçlar yapmış, onları gücünle işler duruma getirmişsin. Seni yoran ve kusursuz biçimde inşa ettiğin bu şeyler kaybolup gitmesin. Benim için icat ettiğin bu araçları bir araya toplayan ve her birinden ve resimlerinden seçmeleri kapsayan bir kitap yazmanı istiyorum.’ Onun bana sunduğu modeli uyguladım ve önerilerini kabul ettim, zaten boyun eğmekten başka yapacak bir şey yoktu. Gerekli çalışmayı yapmak üzere gücümü topladım ve bu kitabı kaleme aldım.”
Sınaât el-Hiyel altı kitaptan oluşmuştur:
Kitap I–Eşit saatlerin ve güneş saatlerinin geçişlerinin belirtildiği saatlerin yapımı üzerinedir. On bölümden oluşur.
Kitap II–İçki partileri için uygun kap ve figürlerin yapımı üzerinedir. On bölümden oluşur.
Kitap III–İbriklerin, kan alma teknelerinin ve abdest alma leğenlerinin yapımı üzerinedir. On bölümden oluşur.
Kitap IV–Şekillerini değiştiren fıskiyeler ve sürekli çalan flüt için araç yapımı üzerinedir. On bölümden oluşur.
Kitap V–Derin olmayan göllerden ve ırmaklardan suyu yukarı çıkaran araçların yapımı üzerinedir. Beş bölümden oluşur.
Kitap VI–Değişik ve farklı şeylerin yapımı üzerinedir. Beş bölümden oluşur.
Ne yazık ki, Ortaçağ’da yazılı belge geleneği yoktur. Bu yüzden de pek çok konuda araştırmacılar ve bilim adamları hâlâ epey zorlanmaktadırlar. Bu dönemlerle ilgili genel ve detaylı bilgileri kilise ve monastik kayıtlardan alırız. Artuk bin Sûkman iyi ki Cezerî’ye bu yaptıklarını kitap haline getirmesini emretmiştir. Yoksa tarihin derinliklerinde kaybolup gidecekti belki de bu büyük buluşlar.
Cizre Ulucamii:
Cizre Ulucamii’nin
eski bir kilise üzerine yapıldığına dair bazı belgelere rastlanabilir. Mor
Yuhannon Manastırı olduğu iddia edilen yapı, camiye çevrilip devamlı
değişikliklerden geçerek bugünkü halini almıştır denir. Ben aslında oranın eski
bir havra olduğunu düşünüyorum.
Ortaçağ’ın ünlü
seyyahı İbni Batutta, Cizre’den “güzel bir çarşısı ve mahirane bir şekilde
taştan yapılmış eski bir camisi vardır” diye söz ediyor.
Cizre Ulucamii’nin
en ilginç fotoğraflarını bence Gertrude Bell çekmiştir. Günümüzde ne yazık ki,
çok kötü bir restorasyondan geçti. Şükür ki, yeniden restore edilecek. Ben de
bir şekilde bu konuya dahil oldum ucundan kenarından ve aslında 1970’lerden
sonra yapılan restorasyon öncesindeki fotoğraflarının bulunması yapılacak
restorasyonu kolaylaştıracak anladığım kadarıyla. Ne yazık ki, orijinal
özellikleri yok edilerek (ne hikmetse?) restorasyon yapılmış. Bakalım
önümüzdeki günler neler gösterecek?
Mihrap üstü
kubbeli ve mekânı bölümlere ayıran hacimli sütunları dikkat çekicidir. Cami tek
başına bir yapı değildir, medresesi de vardır. Cami ve medrese duvarları bazalt
taştan ve kalker taştan yapılmıştır. Bu da Güneydoğu ve Suriye, Selçuklu ve
Artuklu mimarî geleneğine işaret eder. Minare ise yapıdan bağımsız bir tarafta
ve tuğladan örülmüştür.
12. yy ve Zengi
Hanedanı dönemi camii olduğunu bildiğimiz Cizre Ulucamii, her ne kadar
yüzyıllar boyunca inanılmaz ve akıl almaz değişiklikler yaşamış olsa da, Ebu’l
Kasım Muizzuddin Sencerşah’ın yaptırdığı muhteşem kabartmalı bronz süslerle
bezeli işlemeli kapısı ile Cizre’nin en muhteşem yapısıdır. Ulucami ana
mekânına giren 7 kapının ortasındaki kapı bugün Türk ve İslam Eserleri
Müzesi’ndedir.
Hikâyesi üzücüdür.
Tokmaklardan biri çalınır ve Danimarka’ya gider. O andan sonra uzun bir
yolculuk başlar kapı için, ta ki, o dönemin Türk İslam Eserleri Müzesi müdiresi
Dr. Nazan Ölçer 1983 yılında kapıyı müzeye aldırana kadar. Ciddi akademik
araştırmalar yapılır kapı, kapı işlemeleri ve tokmak üzerinde ve bunların
camiden daha geç bir döneme ait olduğu ortaya çıkar. İlginçtir ki, El
Cezeri’nin yaşadığı döneme tarihlenir.
El Cezeri’nin eser ve çizimleri
incelendiğinde de ortaya çıkan sonuç şudur:
"Diyarbakır Artuklu Saray kapısı
çizimlerinin, Cizre Ulucamii kapısı ve üzerindeki kompozisyonlara eş denecek
benzerlikte olmaları, kezâ bronz ejderlerde görülen ‘iki ejder ve ortada aslan
başı’ figürünün tıpkısı denecek bir benzerinin Ebu’l-İzz bin İsmail
el-Cezeri’nin elyazmasının mekanik aletleri tasvir eden minyatürleri arasında
yer alması, bilim dünyasını Cizre Ulucamii Kapısı ve Bronz Ejderlerinin de onun
tarafından ve 13. yy başlarında yapıldıkları" sonucuna taşımıştır. (Dr. Ülker
Erginsoy – Cizre Ulucamisi Kapı Tokmaklarının İkonografik ve Kronolojik Değeri
Üzerine Bir Etüt)
Bu kapı tokmakları
iki ejder figüründeki ejderler birbirlerine sırtını dönmüş, başları da dışarıya
doğru bakıyor, kuyrukları birer kartal başıyla bitiyor, üstleri pullarla kaplı,
sırtlarından kanat çıkıyor, aralarında bir aslan başı. Bunlar pek çok anlama
gelen ama kapı tokmağı ve hele cami kapısı tokmağı olunca mistik ve koruyucu
anlamlar taşıyan bir sürü şeyi sembolize ediyorlar. Bu konuyla ilgili daha
sonra detaylı ve uzun bir yazı planladığım için buraya almıyorum.
Ulucami minaresi
de ilginçtir. Ortaçağ camilerinden farklı olarak tabandan itibaren üzerinde
bulunduğu platform haricinde üç ayrı kademede üç farklı geometrik yapıya
sahiptir. Yani kare kaideli, silindirik
gövdeli ve kule tarzında yükselen bir minaredir. Kuzey cephesinde sırlı
tuğlalar ve harçla Ali ismi yazılmıştır ve süslemeler mevcuttur.
Hz. Nuh Türbesi:
Denen odur ki,
Tufan sonrası Hz. Nuh Cizre’ye yerleşmiş, burada ölmüş ve gömülmüştür.
Gömüldüğü mekân daha sonraları havraya, sonra kiliseye, daha sonra da Arap
akınları döneminde 639 yılında türbeye çevrilmiştir. Ne yazık ki burası hiç de
hoş olmayan ve çirkin bir şekilde geçtiğimiz yıllarda restore (!) edilmiştir.
Abdaliye Medresesi:
Bu medrese ne
yazık ki, günümüze çok iyi bir şekilde gelememiş, yalnızca birkaç yapısı
kalmıştır. 1437 yılında Cizre Azizan Beyi Emir Abdullah tarafından külliye ve
medrese olarak yaptırılmıştır. Açık avlulu bir medresedir. Medresenin
kitabesinin medreseye ait bir bina olan Mêm û Zîn Türbesi üzerinde olması da bu
türbeye verilen değeri ve önemi gösterir bence.
Ne yazık ki, bu
medresenin restorasyonu da ehil olmayan ellerden çıkmış ve çok kötüdür.
Mêm û Zîn Türbesi
ve Efsanesi:
Mir Abdal
Medresesi’nin güneydoğu köşesindeki hücrenin altında bulunan mahzen şeklindeki
oda içindedir. Bu türbede Mêm, Zîn ve Bekir’e ait üç mezar vardır.
Mêm û Zîn Cizre’de
yaşanmış muhteşem bir aşk hikâyesidir ve Ehmedê Xanî’nin eserine konu olmuştur.
Ehmedê Xanî 17 yy’da yaşamış ve Hakkâri doğumlu dört dilde yazabilen bir büyük
şair ve düşünürdü. Kürt edebiyatının en önemli isimlerindendir. Mêm û Zîn
müthiş semboller taşıyan, çok derin bir tarih destanıdır aslında.
15. yy’ın
ortalarında yaşanmıştır bu olay. Botan Bey’inin kızları Zîn ve Sıtî hikâyenin
kahramanlarıdır. Diğer iki kahraman ise divan vezirinin oğlu Tacdin ve divan
katibinin oğlu Mêm’dir. Nevruz Bayramı kutlamalarında Tacdin Sıtî’ye, Mêm de
Zîn’e aşık olurlar. Tacdin ile Sıtî evlenir ama Mêm ile Zîn’in evlenmesine
Cizre Beyi’nin kapıcısı ve kahvecisi (uşağı) kötü ruhlu Bekir binbir kötülükle
engel olur. Fakat aşıklar Tacdin’in sayesinde buluşurlar. Bekir, Botan Beyi’ni
Mêm’e karşı kışkırtıp düşman eder. Öylesine düşman eder ki, Mêm’e karşı
kışkırtır da. Pis bir tuzak kurar ve bir satranç oyunu sonunda sevdiğini itiraf
eden Mêm’i Botan Beyi tutuklatıp zindana atar. Zîn kahrolur ve acı dolu günler
başlar her ikisi için de. Mêm Dicle’ye bakar seslenir, Zîn muma bakar erir.
Bekir fenalıklarına bir yenisini ekleyip Mêm’e Zîn’in öldüğünü söyleyince,
ilâhi aşka ulaşan Mêm, acıdan ölür. Tacdin de kızgınlık içinde Bekir’i öldürür.
Mêm’i gömerler, Bekir’i de ayağının ucuna gömerler. Zîn de acıdan ölür ve
mezarı açıp Mêm’in yanına gömerler artık orada kavuşsunlar diye. Mêm ile Zîn’in
mezarından iki bitki yükseldi, biri çamdı, biri dik bir selvi, birbirlerine
dolandılar. O hayırsızın (Bekir) mezarından da ardıç bitti. Her iki ağaca
yetti, kavuşmalarını engelledi.
Cizre Azizan Emiri
II. Şeref Han (Han Şeref – Şeref Bin Bedreddin) tarafından 16. yy’ın başlarında
yaptırılmıştır. Bazalt taş ve dört köşe kare kırmızı tuğlalarla yapılmış ve
Cizre’ye özgü mimarisi ile çok hoş bir yapıdır. Açık avlulu medrese
örneklerindendir. Medresenin etrafındaki odalar dersliklerdir ayrıca mescidin
güneyinde bulunan bodrum katındaki türbede Ahmed-i Cezeri gömülüdür. 1570
yılında Cizre’de doğmuştur. Botan aşiretindendir, halk arasında Mela-yı Ciziri
diye anılır, şair lakabı da Nişani’dir. Mutasavvıf ve şairdir. Zaten Kırmızı
Medrese de Cizre’nin tasavvuf alemine açılan kapısı ve şiirin mabedi olarak
bilinir. Medrese Cizre’nin batısındaki sur duvarlarının üstüne yapılmıştır. Türbede
ayrıca Cizre emirinin ailesine ait altı mezar daha vardır. Türbe içten sekizgen
şeklinde ve ters kubbelidir ve bir örneği daha yoktur.
Sanırım artık Cizre'nin tepelerinden Cudi Dağı'na bakmanın ve güneşi batırmanın zamanıdır. Akşam da yapılabilecek en güzel şey, Dicle kıyısında bir çay içmek dostlarla... Çünkü artık Cizre'den, Şırnak'tan Siirt'e doğru yola koyulmanın zamanıdır...
Sanırım artık Cizre'nin tepelerinden Cudi Dağı'na bakmanın ve güneşi batırmanın zamanıdır. Akşam da yapılabilecek en güzel şey, Dicle kıyısında bir çay içmek dostlarla... Çünkü artık Cizre'den, Şırnak'tan Siirt'e doğru yola koyulmanın zamanıdır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder