Yorgun, bıkkın, bitkin gibiydi. Garip hissediyordu bugün.
Her gün çıkmaya alışık olduğu bu basamaklar nedense bitmeyecekmiş gibi geldi
ona.
Gözlerini kapatıp iç çekti. ‘Haaaahhh’ diye çıkan sesten
rahatsız olup gözlerini açtı. Başını kaldırıp yukarıya baktı. Merdivenlerin
başında bekçilerden iki tanesi ona bakıyordu.
Gülümseyerek ve canlı adımlarla merdivenleri çıkmaya
başladı. Son basamağa geldiğinde gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı ve canlı bir
ses tonuyla ‘günaydın’ dedi bekçilere. Bekçiler de gülümsediler. Erkek olan
alçak tondan bir ‘günaydın’ dedi, kadın olan bekçi ise yüksek sesle ‘günaydın
Nihal hanım’ diye karşılık verdi…
Durdu ve etrafına bakındı. Bir turist rehberi grubuna güzel Almancasıyla
müzeyi anlatıyordu. Gülümsedi. Yürüyüp yolunun üstündeki grubu rahatsız
etmemeye çalışarak sağdan ikinci odaya girdi, bekçi kadın da peşinden.
Odanın sonunda tüm heybetiyle camın arkasında duran kapıya
baktı. Gülümsedi. Bir müddet o güzel kapıyı seyretti. Hayranlıkla baktığını
gören bekçi kadın: ‘Nihal hanım, bu kapıyı çok mu seviyorsunuz?’ diye sordu
gülümseyerek.
Gözlerini kapıdan ayırmakta zorlanarak bekçi kadına dönüp: ‘Cizre
Ulu Camiinin kapısı. O çok özeldir. Evet, çok seviyorum… Artukluları seviyorum,
o dönemi seviyorum, bu kapının bu müzeye getiriliş hikayesini seviyorum. Bu
kapının tek başına kalmış tokmağını seviyorum, El Cezeri’nin robotlarını
seviyorum…’ dedi ve durdu. Bekçi kendisine gülümseyerek bakıyordu.
‘Anladı mı acaba dediklerimi?’ diye düşündü ve başını
salladı. ‘Anlamıştır canım bu müzede çalışıyor, genelde bu odaya o bakıyor,
herhalde duvardaki yazıları da okuyordur’ dedi içinden ve yeniden gülümsedi.
‘Aslında’ dedi alçak bir ses tonuyla ‘aslında bu odanın
enerjisini seviyorum.’
Yürüdü, diğer kapıya yöneldi. Bekçi de peşinden geldi. ‘Haydi
kolay gelsin, iyi nöbetler’ dedi.
Koridorda koşarcasına ilerledi ve Divanhane tabelasına
gelince sola dönmesi gereken yerde yavaşladı. Soldaki odaya girdi, sağdaki
kapıdan Divanhane’den bir önceki odaya girince iyicene yavaşladı ve durdu.
Etrafa bakıyormuş gibi yaptı. ‘Bu oda da bir garip’ diye geçirdi içinden…
Başını sallayıp Divanhane’ye geçti…
Divanhanenin bekçisi gülümseyerek yanına geldi: ‘Günaydın
Nihal hanım!’ dedi.
Başı döndü bir anda. Sağ elini başına doğru götürüp
gözlerini kapattı…
Dışarıda yağan yağmurun sesi, dehlizlerdeki meşalelerin
ateşinin çıtırtılarını bastırıyordu. Her yerde yanan mumlar aydınlatıyordu
sarayı.
Bir erkek sesi duydu:
‘Gücün ve yiğitliğin leoparı, cesaret ormanının kaplanı…’
Sesin nereden geldiğini anlamak için etrafına bakındı.
Kimseyi göremedi. Cama doğru ilerledi. Dışarıya bakmaya çalıştı, karanlıktı
dışarısı.
Sesi gene duydu:
‘ Kutsal bir şevkle dolu kahraman, zafer arenasının Rüstem’i,
toprak hakimiyetinin tanziminin aslanı…’
Korkar gibi etrafına baktı, başını çevirip geriye baktı,
kimseyi göremedi.
Dönüp cama doğru baktı ve biraz tereddütle elini uzatıp
pencereyi açtı. Demir parmaklıkları tutup dışarıya bakmaya çalıştı.
Kapkaranlıktı dışarısı…
Sesi duydu gene:
‘Tüm güçlerin denizlerinin değerli incisi, müminlerin
savunucusu…’
Korkuyla bıraktı demir parmaklıkları ve hemen camı kapattı.
Odanın ortasına doğru yürüdü. Etrafındaki mumlara baktı.
Mumların titreyen ışığına daldı. Sağ elini boğazına götürdü. Sanki nefes
alamıyormuş, boğuluyormuş gibi tuttu elini boğazında. Gözleri açıldı
alabildiğince.
Gözünü kapattı. Bir hırlama sesi duydu, bedeni kasıldı.
Gözünü açtı. Eli boğazındaydı. Elini indirdi. Gün ışığı
gözünü kamaştırdı. Karşısında gülümseyen bekçiye ‘günaydın’ dedi.
(*) Bu yazı ham malzemedir. Bir deneme yazısı özelliği
taşısa da ‘Labirent’ romanımın ufak bir kısmıdır. 15 Mart 1536’da öldürülen
Pargalı İbrahim Paşa’nın ölümünün 476. yılı nedeniyle öylesine, onun anısına
sizlerle paylaşmak istedim.